Arkadaşlar, bilim uzun ve çetin bir yoldur

Bir Bilim Adamının Romanı, mühendislikte ekol kuran hocalardan Mustafa İnan’ın hayatını konu alıyor. Oğuz Atay romanda, onun gözünden talebe ve hoca olmanın yöntemlerini sürükleyici ve ironik bir dille anlatıyor.

Oğuz Atay’ın kaleminden çıkan Bir Bilim Adamının Romanı’nı bitirdiğimde şöyle düşündüm: Keşke her büyük hocanın Atay kadar yetenekli bir yazar talebesi olsaydı. Olsaydı da hocaların zihinleriyle birlikte öteki tarafa götürdüğü bakış açılarını edebi bir pencereden okuyucularına aktarabilseydi. Böylelikle ümidin nasıl diri tutulması gerektiğini daha iyi kavrayabilirdik.

Bir Bilim Adamının Romanı, tam da bu tarife uygun bir şekilde İTÜ’de ekol kurmuş hocalardan Mustafa İnan’ın hayatını konu alıyor. Romanda hocanın öğrenmeye, öğretmeye ve araştırmaya nasıl yaklaştığına dair çokça ipucu bulunuyor (bkz. Mustafa İnan’ın Yöntemleri). Kitaptan kendime sayısız pasaj biriktirmiş olsam da bu yazıda yalnızca hocanın bilime nasıl yaklaştığına yönelik bazı ipuçlarına yer vermek istiyorum.

Mustafa İnan, parlak eğitim hayatının sonrasında çevresinde adeta yumak oluşturan asistanlarının kendilerini geçeceğinden korkmazdı. Bu yüzden en yetenekli öğrencilerle çalışmak ve onların ilerleyişini görmek hocaya keyif verirdi. Onların bir problem çözdüğünü gördüğü zaman, aman derdi, bu konuda hemen bir seminer hazırlayın. O yetenekli öğrencilere aşıladığı şevk ve yöntemlerle bir ekolün doğmasını sağlamıştı belki de.

Hoca, bilimde en önemli şeyin problemleri kurmak olduğuna inanıyordu. Ona göre çoğumuz, problemleri yanlış kurduğumuz için en baştan çözümsüzlükle karşılaşıyorduk. Mustafa İnan, bilimde ünvanlardan ziyade öğretmenin ve araştırmanın kıymetine inanıyordu. Merak etmek, öğrenmek ve hemen ardından bunu öğrencilerine aktarmak onun için bir hayat tarzı haline gelmişti.

Acaba İnan’a bilim nedir sorusu yöneltilseydi ne derdi? Romanda hocaya atfen böyle bir cevaba yer verilmemişti. Belki de Atay, romanla ilgili bilgileri toplarken bunun da peşine düşmüş, fakat net bir bilgiye ulaşamamıştı. Ancak hocanın düşünüş tarzına uygun olarak bu soruya bir cevap vermekten de geri durmamıştı. Yazar bu soruyu, her cümlesi birbirinden değerli olan uzun bir pasaj halinde şöyle cevaplıyordu:

“Bilim, her şeyden önce, üniversiteyi bitirdikten sonra ‘bilim yoklaması’ ve ‘yabancı dil sınavı’ gibi engelleri aşarak doktora öğrencisi olmaya hak kazanabilmek için gerekli bir şeydir. Sonra, bir süre kürsüye gelen yabancı kitapları ve dergileri izleyerek bakalım ne var ne yok diye durumu izlemektir; sonra durumu kollamak ve çok küçük bir mesele seçmek ve bu küçük şeyi büyüterek onu bir doktora hâline getirmektir ve bu doktorayı yapmaktır. Sonra doktora sınavında başarı göstermektir ve bu başarıyı gösterdikten sonra gülümsemeyi unutmaktır. Bilimin, birinci ve en zor şartı budur.

Sonra karşınıza doçentlik sınırı gelir. Bu sınırı aşmak ilk bakışta zor gibi görünürse de asıl zorluk doçent olmak değil, eylemli doçent olmaktır; yani bir kadro ayarlamaktır. Bunun için, daha bilimin başında, yani kürsü seçerken boş kadrolu birine kapılanmak ve gereğinde profesörler kurulunda sizin hakkınızı arayabilecek dişli bir kürsü başkanı bulmaktır.

Sonra profesörlük bilimi gelir. Bu bilime akıl erdirmek biraz zordur; onun için en iyisi sabırla beş yılı beklemesini bilmektir; bu arada bilime oy verecek profesörleri gücendirmemesini bilmektir. Çünkü, beş yıl sonra bilim seni içine almak için gerekli sayıda parmağı kaldırmaz. …

Profesör olan bir bilimin sonu gelmiş gibidir. Onun için demişlerdir ki: “Gençliğine doyamadan profesör oldu.” Çünkü bir insan olsa olsa ne olur? En çok profesör olur. Daha sonra ne olur? Hiç. İşte öyleyse profesörlükten sonrası bir hiçtir.

Fakat çoğu zaman bilim burada kalmaz: Bir de bakarsın yıllar geçmiş, kürsü başkanı olmak için sıran gelmiştir: fakat bir kürsüde birden fazla bilim olabilir ve genel kurullarda parmak sayısı hesabı birden önem kazanır. Fakat ne de olsa, artık profesörsün; kürsü başkanı olamasan da artık senin için karada ölüm yoktur. ‘Profesörlük takdim tezi’ni yazalı yıllar geçmiş, artık ne doktora, ne tez, ne de kitap yazma engeli var önünde; bundan sonra olsa olsa öğrencilere ders kitabı yazabilirsin, maddi durumunu düzeltirsin ve profesörler yapı kooperatifine girerek yıllardır yorulan kafanı dinleyebilirsin; tabiî dekanlık, rektörlük gibi yeni bilimsel aşamalar seni beklemiyorsa.

Görülüyor ki arkadaşlar, bilim uzun ve çetin bir yoldur.”

Kendisine bilimin ne olduğunu sorma şansımız olsaydı, belki Atay’ın bu satırlarına yürekten katılırdı Mustafa İnan. Çünkü o, problemlerin çözümüne dair basit ve sarih fikirleri, daima muğlak ve karışık fikirlere galip tutardı. Bu basit çözümler, onun için aynı zamanda estetik ve elegant‘tı da.

Hocanın düşünüş pratiğiyle, Oğuz Atay’ın yazdığı bu romanı şöyle basitleştirmek mümkündü belki de: Bir Bilim Adamının Romanı, Mustafa İnan’ın gözünden talebe ve hoca olmanın yöntemlerini, Oğuz Atay’ın özgün üslubuyla anlatan sürükleyici bir romandı. Bu yüzden hem talebe hem de hocaların, Oğuz Atay’dan ironik izler taşıyan bu romana kendilerini bırakmaları önerilirdi. Hem de hararetle.

Ayrıca bkz. Mustafa İnan’ın Yöntemleri


*Fotoğraf: 1940’lar, Mustafa İnan’ın doktora çalışmaları için bulunduğu Zürih’teki pansiyonundan… “İnsan böyle bir pansiyonun çalışma masası ve gece lambası bile olan güzel bir odasında kendini nasıl bırakırdı…”