Türkiye’de bilişim ve teknoloji hukuku çalışma lüksümüz var mı?

Türkiye’de; kişisel veriler, algoritmalar, yapay zeka, fintek, akıllı sözleşmeler gibi bilişim ve teknoloji hukukunun kapsamındaki kimi “tuhaf” problemlerle uğraşmak, kafayı kuma gömmek anlamına mı geliyor?

Devam eden Suriye operasyonunun düşünen bir çevreye hatırlattığı bir gerçek var. Mevcut hamasi paradigmadaki milliyetçi, vatansever ve benzer basmakalıp ifadeler yerine “ülkesini seven insanlar” olarak adlandırmayı tercih ettiğim gruptakilerin idrak edebileceği bir gerçek bu. O da başka bir Türkiye’nin olmadığı!

Bir yanda bu gerçek dururken, diğer yandan çok önceleri çözüldüğü varsayılan insan haklarına ilişkin temel problemlerin yeniden bir sorun haline geldiği bir ülke halini alıyoruz maalesef. Daha da kötüsü, ana akım medyanın bu problemleri dillendirmemesi nedeniyle birçok insanın meselenin farkına varamaması.

Temel problemler o denli aşikar ki yargı reform paketi kapsamında “eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluşturmaz” cümlesinin yer alması şaşkınlıkla karşılanmıyor (Bkz. 7188 sayılı Kanun, m. 13). Zira ilgili kanuna yapılan bu ekleme, aslında Türk yargısının eleştiri amacıyla yapılan kimi düşünce açıklamalarını paket öncesinde suç olarak kabul ettiğinin açık seçik itirafı. Aksini iddia edenler için yalnızca AİHM’in Türkiye istatistiklerine bakmak yeterli. Buna göre Türkiye’nin 2018 yılında bir rekorla ihlal ettiği AİHS madde başlığı düşünce hürriyeti.

(Kaynak: Adalet Bakanlığı)

Peki böyle bir Türkiye’de; kişisel veriler, algoritmalar, yapay zeka, fintek, akıllı sözleşmeler gibi bilişim ve teknoloji hukukunun kapsamındaki kimi “tuhaf” problemlerle uğraşmak, kafayı kuma gömmek anlamına mı geliyor?

Soruya cevap vermeden önce, yirmi birinci yüzyıl kapitalizminin her bir meslek grubuna dayattığı mikro uzmanlaşma gerçeğini hatırlamakta fayda var. Söz konusu uzmanlaşmanın tabi bir sonucu da, meslek sahiplerinin uzmanlık alanları dışındaki meselelere körleşmesi.

Bu noktada diğer birçok mesleğin aksine hukukçuların buna tahammülü olmamalı. Çünkü hukukçular; mühendis, doktor ya da fen bilimleriyle uğraşan bilim insanları gibi “ben küçük meselelerin adamıyım, büyükleriyle siz ilgilenin” düşüncesini taşıma lüksüne sahip değil.

Hukukçuların bir alan üzerine uzmanlaşması pek tabi mümkün; ancak hukukçu, uzmanlık alanı ne olursa olsun, temel hak ve hürriyetlerle de ilgilenmek zorunda. Çünkü devletin kişiye sunduğu adalet hizmetlerini bir ihtiyaçlar hiyerarşisine dönüştürdüğümüzde temel hak ve hürriyetler, tıpkı fizyolojik ihtiyaçlar gibi adaletin gerçekleştirilmesindeki ilk basamağı teşkil ediyor. Bunu görmeden temel hak ihlallerine sağır kalıp yalnızca kendi küçük fanuslarımızda uzmanlaşmaya devam edersek “hukukçu” olarak değil “hukuk uzmanı” olarak anılacağız.

Dolayısıyla, yeni ve “fantastik” alanlara kafa yorarken; hiyerarşinin en alt basamağındaki hak ihlallerine, ki bunlar artık ekonomi, kurumsallık, devlet aklı gibi müesseselerde deprem etkisine sebep olacak derecede, sağır kalmamak gerekiyor. Ancak söz konusu bakış açısıyla, bilişim ve teknoloji hukuku gibi yeni hukuk dallarına çalışabilmek mümkün.

Söz konusu perspektif, bence ülkeye dair halen inanç taşımanın bir sembolü aynı zamanda. Manidar zamanlarda son dakika olarak ekranlara yansıyan hukuki çarklara, ancak sosyal medya baskısıyla gerçekleşen kimi tutuklama kararlarına ve samimi bulunmayan yargı reform paketlerine rağmen… Her şeye rağmen… Bu tip problemlerin bir gün mutlaka çözüleceği inancıyla ileride kesinkes ihtiyaç duyacağımız alanlara da kafa yormalı. Çünkü başka bir Türkiye yok!

Resim: Milan Rubio, “Three Lawyers”, 2009.