Bu topraklarda fotoğrafçı dendiğinde çoğu zaman akla gelen ilk isimdir Ara Güler. Aynı zamanda dünya tarihine bir Türk fotoğrafçı olarak kayda geçmiş birkaç isimden de birisidir. Geride bıraktığı 80 yılda Türkiye’ye ve dünyaya dair biriktirdiği değerli anılarını Nezih Tavlaş’la paylaşmış Ara. O renkli hayat hikayesinden aldığım notlar var.
Nezih Tavlaş, foto muhabiri Ara Güler, fotoğravevi yayınları, 2009
Kitap 100’e yakın anı/olaydan oluşuyor. Ara’nın doğumundan, 1928’den 2008 yılına kadar anlatmaya değer bulduğu anılardan… İki yönlü ilerliyor, kitap. Nezih Tavlaş’ın kaleme aldığı dış ses ve Ara Güler’in sesi. Ara Güler hakkında yapılmış bir belgeselin ‘text’ kısmını okuyor gibi hissediyorsunuz bazen bu iki yönlü anlatımda.
Yazar, dış ses olarak okuyucuya bazı siyasi olayları aktarırken o kadar yanlı bir tutum sergilemiş ki; rahatsızlık duymamak elde değil. Özellikle 1950-1960 yılları arasındaki anılarda, dış sesin objektifliğini kaybedip sübjektif yorumlarını fotoğrafın üstadı Ara Güler’in hayat hikayesine yamamaya çalıştığını görebiliyorsunuz.
Öte yandan Ara’nın cümleleri, ağzından çıktığı gibi aynen kitaba aktarılmış. Televizyonlarda onun röportajını izleyenler, orjinali bozulmamış cümleleri okuyunca birden o samimi sesi kulaklarında duyuyor. Huysuz ihtiyar sık sık anladın mı diye soruyor, abi diyor, ulan diyor, bazen küfrediyor.
Ara Güler’in doğduğu çevre ve kendi girişimci kişiliği itibariyle birçok sanatçıyla ahbap olması, Ara’nın hayat hikayesini daha da renklendirmiş ve bu renklilik kitapta iyi bir şekilde yansıtılmış.
Altını çizdiklerim
“1928 yılında Taksim’de sanat ve edebiyat dünyasının tam ortasında dünyaya gelmiş. İlk fotoğraf makinesini eline 22 yaşında almış. Kendi tahminlerine göre 3 milyon kez deklanşöre basmış. 40-50 adet fotoğraf makinesi biriktirmiş. Arşivinde 800 bin civarında dia saklıyor.”
“Aynı anda 4 ülkenin 4 lider dergisinin (Fransa’da Paris-Match, Amerika’da Time, Almanya’da Stern ve Türkiye’de Yeni Hayat dergileri) foto muhabirliğini yaptı. Hayranı olduğu ve yıllarca kullandığı Leica makinelerinin üreticisi tarafından Master of Leica (Leica ustası) ilan edildi. Picasso tarafından resmi çizildi.”
“Çocukluğumda yazları adada otururken ortak bir teknemiz vardı. Onunla adanın arka sahiline gider, yüksek bir yere çıkar ve günbatımını bekleyerek kızıl güneşin denize değdiği anı yakalar, işte bir sanat fotoğrafı denilen şeylerden çekerdim. Halbuki 400 milyon seneden beri güneş hep böyle batıyor ve ben sanat yapıyordum. Türkiye’deki fotoğraf anlayışı, benim teknem ve romantik güneş batışlarının arasında sıkışıp kalmıştır.” (25)
Nemrut dağının ilk fotoğraflarını çekerken beraberinde götüreceğe ekibe “benden başka kimse fotoğraf çekmeyecek” şartı koşuyor. Ekiple birlikte Nemrut’a ulaşınca “durun! Verin bakalım o fotoğraf makinelerini bana… Siz sadece film çekeceksiniz, ben de fotoğraf…”
“Leica, fotoğraf makinelerinin Rolls Royce’udur. (…) Biliyor musun Amerikan ordusu İkinci Dünya Savaşı sırasında vurmuyor Almanya’daki Leica fabrikasını çünkü bombardımanda sallanırsa objektifler bozulur.” (112)
40 yıllık gazetecilik hayatının son röportajını Endonezya’da Kelle Avcılarıyla yaptıktan sonra kendisine eşlik eden emektar deri fotoğraf çantasını bir saha yerinden kaldırmamak üzere bürosundaki koltuğun kenarına bıraktı:
“Ben dünyaya dikdörtgen bir pencereden bakmaya alışmıştım bir kere ve bu hep böyle devam edecek.” (228)
Matbaacıların fotoğraflarının kıymetini bilmemesini hiç kabullenmedi. Hatta onlara yönelik bir not hazırlamış ve her baskıda göndermiş matbaacılara:
“Dikkat! Editörlere, grafikerlere, resim seçicilere, redaksiyon şeflerine ve matbaa ustalarına mühim not…
Elinizdekiler birer Ara Güler fotoğrafıdır. Bu fotoğraflar işlemdeyken, çay, kahve, gazoz, fanta ve benzeri meşrubatlarla fotoğraflara yaklaşmayın. (…) Üzerine öksürülemez, ıslak veya pis ellerle tutulamaz, yakınında sigara içilemez ve yüksek sesle konuşulamaz.” (229)
Bizim yeni nesil Türk Basın fotoğrafçılarını nasıl buluyorsunuz?
“Var mı öyle bir şey?” (238)
“Gazetecilikte evvela beyin fotoğrafı kuruyor ondan sonra makineyle tatbik ediyorsun onu. Onun için makine mühim olay değildir diyorum.” (240) “Benim bütün iyi resimlerim (Leica ile değil) Rolleicord ile çekilmiştir.” (259) “Önemli olan makine değil, arkasındaki adamdır. İyi fotoğrafçı dikiş makinesiyle de resim çeker. İyi bir makineyle iyi fotoğrafçı olunmuyor, yani en iyi daktiloyu aldın diye büyük yazar olamazsın.” (259)
Tasarım, dizgi, baskı
Kapak için Ara Güler’in otoportre siyahbeyaz fotoğrafı seçilmiş. “Siyah-beyaz bizim genlerimizde var.” diyen bir fotomuhabirin hayatını anlatan bir kitap için siyah-beyaz bu fotoğrafın seçimi yerinde olmuş. Fotoğrafın sol üst köşesine kitap ve yazar adı; sağ alt köşesindeyse orantılı bir biçimde yayınevi logosu yer alıyor. Kitap ve yazar adı kullanırken toplam 3 farklı font kullanılmış, bu da dikkati dağıtıyor. Nezih Tavlaş ve “foto muhabiri” yazısı aynı fontla yazılabilirdi.
Kapak ve iç sayfalarda kullanılan kağıt kalitesi yerinde. Sırt çok iyi ayarlanamamış. Arka-kapak ise kitap hakkında yeterli bilgiyi veriyor.
Kitabın dizilişinde önemli bir sıkıntı var. Ara Güler’den yapılan alıntılarda okunaksız ve tırnaksız (sans serif) bir font kullanılmış. Kitabın Ara Güler’i anlattığı düşünüldüğünde ondan alınan cümlelerin böyle okunaksız bir şekilde sunulması kitabın tasarım kritiğindeki puanını düşürüyor.
O kadar ilginç anılar biriktirmiş ki ihtiyar 80 yılda; yaşanan anılarını kendi objektifinden görmek istiyor insan. Özellikle birkaç anıyı okurken, acaba nasıl bir fotoğraf çıktı bu fotoröportaj’dan diye internetten bakma ihtiyacı hissettim. Bu anlamda 100’e yakın anısından birçoğuna Ara Güler’in objektifinden fotoğraflar eklenebilirdi.