Cemil Meriç’in Bu Ülke’sini okuduktan sonra, kızı olduğundan habersiz Ümit Meriç’in İstanbul hakkındaki bir yazısını okumuş ve soyisim benzerliğinin üslup yakınlığıyla tamamlandığını görünce, Ümit Meriç’i merak etmeye başlamıştım.
Ümit hanım henüz küçük bir çocukken, gözlerini kaybeden babası Cemil Meriç’e vefatına kadar sekreterlik yapmış, adeta onun gözleri ve elleri olmuştu. “Münzevi ve mütecessis bir fikir işçisi” Cemil Meriç’in hakikat temelli mülahazalarına şahitlik etmiş ve düşüncelerini yazıya dökmüş Ümit hanımın, babasının üslup mirası olduğuna kanaat getirmiş ve bunu bloguma not etmişim.
Bir Gün Bir Değer: Prof. Dr. Ümit Meriç
Yıllar sonra, internette gezinirken, Gençlik ve Spor Bakanlığı‘nın “Bir gün Bir Değer” projesiyle karşılaştım. “Prof. Dr. Ümit Meriç” ismini görünce hiç tereddüt etmeden etkinliğe başvurdum. Ve talebim kabul edildi.
Programa katılmadan Ümit hocayla ilgili birçok kitaba erişiyorum, hepsini okuyamasam da. Öncesinde çeşitli gazete ve yayın organlarında yayınlanan röportajlarından oluşan İçimdeki Cennete Yolculuk kitabından onu tanımaya çalışıyorum…
Ümit Meriç, 8 yaşındayken babası gözlerini kaybeder. Onun için evlatlık görevi o zaman başlar. 33 yıl boyunca babasının entelektüel hizmetkârı olur. Gazetelerden, dergilere, Türkçe romanlardan Fransızca eserlere kadar babasının istediği her bir şeyi okur. Babasının söylediklerini, kağıda aktarır. Ümit Meriç hanımefendi, babasının sesinde, hakikatin tınısının saklı olduğunu söylüyor.
İstanbul Üniversitesi, Sosyoloji bölümünde Cevdet Paşa üzerine doktora yaptığı sırada, akademik çalışmalarla babasının ilmi araştırmalarını birlikte yürütmeyi kaldıramaz, bunalımlar geçirir Ümit Meriç. Cevdet Paşa’yla karşılaşıncaya kadar sürekli batılı düşünürlerle meşgul olan Ümit hoca, ondan sonra doğulu düşünürlere ve İslam’a yönelir. Kendi ifadesiyle, Cevdet Paşa onun düşünce kıblegâhını değiştirmiştir.
Ruhi bunalımlar geçirdiği 1977 yılında bir sabah, ezan sesiyle irkilir ve namaza kalkar. Namazın huzurunu keşfetmiştir artık. O namaz, –kendi ifadesiyle– hayatında cahiliye dönemini sona erdiren bir milat olacaktır. Ailesi tarafından ‘Biz size herhangi bir dinî terbiye vermemeye karar verdik, büyüyünce kendiniz karar verirsiniz‘ denilerek büyütülen Ümit Meriç, o sabah kararını vermiştir artık. Bu hadiseden sonraki ilk ramazan ayında oruca başlar ve geçmiş borçlarını ödemek için ara vermeden 510 gün oruç tutar. Entellektüel kimliğini, ailesinin -bilhassa babasının- birikimi üzerine inşa eden Ümit Hoca, artık yeni bir şahsiyettir: Müslüman bir hanımefendi.
Cemil Meriç, kızının namaza olan derin ilgisini görünce; kendisine de öğretmesini ister. Her şeyi babasından öğrenen Ümit Meriç, ona namazı öğreterek adeta ondan öğrendiklerinin bedelini ödemiştir.
İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji bölüm başkanlığı görevinden 2000 yılında istifa ederek başını örten Ümit Meriç, sosyolojiyi üç talakla boşar ve İslamiyet’le evlenir.
Ümit hoca, “Müslüman bir nüfus kağıdına sahip olmakla Allah’ın bizi ‘Müslüman‘ kabul etmeyeceğine, Allah’a kul olmayı öğrenmemiz lazım” geldiğine inanmaktadır. Siyasetle hiç ilgilenmez, ancak üst seviyedeki Rabb-il Alemin’in projeleri onu ilgilendirir, siyasi olarak. “Felsefenin tezgahından geçmeyen bir ilahiyatçının da kendini mücehhez kılmadığı” kanaatindedir.
Bu ön bilgilerle başlıyor program benim için…
“Ben bunları neden okuyamıyorum”
Cemil Meriç’in yıllarca yaşadığı korunun içindeki köşkte buluşuyoruz, Ümit Meriç’le. Bu köşkün alt katında 12 yıl kiracı olarak oturan Meriç ailesi, kızları henüz 14 aylıkken buraya taşınmış. Öğle yemeğini bir zamanlar ailenin kütüphane olarak kullandığı salonda yiyoruz. Babası Cemil Meriç’le ilgili yıllar önce o salonda yaşanmış şu anıyı anlatıyor Ümit hoca bize:
“Babam kör olduktan sonra, akşamları bizi kütüphanesinden çıkarırdı; elleriyle kütüphanede bir kitabı bulur, onu çeker ve kitabı açarak ‘ben neden bunları okuyamıyorum‘ diye hüngür hüngür ağlardı. Öyle ki ben hıçkırık seslerini duyardım.”
“Nesnelerin de insanlarınki gibi bir hafızası var.”
Öğle yemeği sohbetimizin ardından köşkten ayrılıyoruz, Cemil Meriç’in İstanbul Bakırcıbaşı sokaktaki eski aile evine gidiyoruz. Nesnelerin de insanlarda olduğu gibi bir hafızaya sahip olduğunu düşünen Ümit Hoca’nın, “Ayasofya Camii’nin 1500 yıllık tarihinin küçük bir kısmında Meriç ailesinin hayatına da şahitlik ettiğini” söylerken duyduğu bahtiyarlık gözlerinden okunuyordu.
‘Kırk Ambar’ dolusu kitap
Üsküdar’dan sonra, Cemil Meriç’in kütüphanesini görebilmek için Ümit hocanın Çengelköy’deki evine misafir olduk. Evinin neredeyse her odasında kitaplıklar var. En büyük kitaplığıysa babasından kendisine kalan kitapların da olduğu salonda.
Cemil Meriç’in on bini Fransızca olan 11 bin ciltlik kütüphanesi; kendisi vefat ettikten sonra abla-kardeş arasında ikiye bölünmüş: Hukuk ve İktisat alanındaki kitapları hukukçu olan oğlu Mahmut Ali Meriç’e; sosyoloji, psikoloji ve felsefe alanındaki kitaplarıysa sosyolog Ümit Meriç’e kalmış.
“Babam, talebeleriyle klasik bir hoca-talebe ilişkisi içinde hiç olmamıştır. Onları sürekli evimize davet eder, soframıza oturturdu. Onların meseleleriyle ilgilenir, problemlerini çözmek için çabalardı” diyor Ümit hoca. Bizimle olan münasebetinden anlıyorum ki, babasının talebeleriyle olan samimiyeti de miras olarak kalmış kızına.
Cemil Meriç’in Çalışma Metodolojisi
Cemil Meriç’in hayat disiplininden haberdar biri olarak makalelerini oluştururken nasıl bir metod izlediğini merak ettim ve sordum. Ümit hoca, babasının çalışma tarzını şöyle anlatıyor:
Babam sabah 7 gibi kalkardı. Kahvaltıdan önce mutlaka spor yapardı. Babamın spor yapmadığı bir sabaha rastlamamışımdır. Kahvaltıdan sonra hızlı bir şekilde o günün gazetelerini okur, sonra çalışmaya başlardık.
Mesela Anarşizm üzerine bir çalışma yapacaksak, öncelikle o konuda yararlanılacak olan kitaplar çoktan alınmış, kütüphane raflarına yerleştirilmiş olurdu. Genelde Fransızca olan bu kaynak eserleri, baştan sona babama okurdum. Bazen, okumaktan sıkıldığım ses tonumdan belli olurdu, babam homurdanmadan oku evladım derdi, sesimi düzelterek devam ederdim. Bu kaynak kitaplar okunurken, kenarlara not aldırırdı. Daha sonra okuduğumuz bu kitapların, not aldığımız kısımları için ‘daktiloya kağıt koy evladım‘ derdi ve not aldığımız kısımların tercümesini oluştururduk. Değişik kaynaklardan topladığı bu bilgiler, kalın bir evrak oluştururdu. Bu malzemeyi kendi zihninde bir bal özü haline getirirdi. Daktiloya makale için bir kağıt koyardım ve yazmaya başlardık.
Babamın “havuzdan havuza aktarma” dediği yöntemle tekrar tekrar okuyup, tekrar tekrar yazma şeklinde çalışmamız devam ederdi. Aynı makaleyi bazen 30 kez yazdığım olurdu. Babam, bu her denemeyi bir havuz olarak düşünür, o havuzda tortuların birikmesini beklerdi. Havuzda biriken tortuları temizlemek için yazıyı başka bir havuza aktarırdı. Bu yeni havuzdaki tortulanmayı bekler, bunları temizlemek için başka bir havuz, başka bir havuz… Bu şekilde oluşturulan bir Cemil Meriç makalesi, dergiye gönderilecek hale ulaştığı zaman artık, o makaledeki ne bir nokta, ne de bir virgül yer değiştirebilirdi.
Ve babam, hiçbir makalesini bitmiş olarak görmezdi. Her zaman için o makaleyi, daha sonra gözden geçirilmek üzere bir kenara koyardı. ‘Evladım, bu makale şimdilik bitti, kitap oluştururken tekrar gözden geçiririz‘ derdi. Bu anlamda babamın hiçbir eseri kendi gözünde tamamlanmamıştır.
“Meriç’lerden merhaba”
Ümit Meriç’in annesinin soyu Menteşoğullarına dayanır. Meriç’in anne tarafından kuşaklar önceki bir dedesi Mevlana’nın mezarının yanındadır. Baba tarafından dedesi ise bir Osmanlı kadısıdır. Büyük dedesi o devirde Osmanlı sınırları içerisinde yer alan Dimetoka’da bir müftüdür, üstelik Kur’an’ı Kerim’i 1001 defa eliyle yazmış bir müftü. Babası, Türk düşünce hayatının mihenk taşlarından birisi olan Cemil Meriç! Kendisi bir sosyoloji profesörü, abisi Mahmut Ali Meriç hukukçu.
Genetik hafızaya inanan Ümit hocaya soruyorum: “Kadı, mütefekkir, hukukçu, muallim, müftü ve sosyologun olduğu bir ailenin son nesli ne yapıyor şu an? Sizin kızınız ve abiniz Mahmut Ali Meriç’in çocukları dedelerinden kütüphanelerinden yararlanıyorlar mı?” Kızı Fevziye Hazal‘ın Fransızca’yı toparladığını, yazmak konusunda bir damarının olduğunu ve bir dergide gezi yazıları kaleme aldığını, röportajlar yaptığını söylüyor.
Lezzetini keşfettiğim, ancak henüz doyamadığım bir sohbet ortamından babasının “Bu Ülke“sine yazdığı “Meriç’lerden merhaba” imzasını alarak ayrılıyoruz. (Tabi o esnada, bir sonraki yazısında okumakta olduğunuz bu yazıyı yayınlayacağım mavimikrofon dergisinin ikinci sayısını takdim ediyorum kendisine.)
Ümit hocanın misafirperverliği, bilgisi, samimiyeti, anlatırken duyulan tok sesi, konuşma esnasında tiyatral canlandırmaları ve etkili göz teması ben de öyle yer etti ki; Ankara’ya döndüğümde hâla tesirinden kurtulamamıştım. Galiba bu etki yıllar yılı sürecek. Aytmatov’un “gün olur, asra bedel” dediği de bu olsa gerek. Böylesi bir güne vesile olan Gençlik Bakanlığına, Bakanlıktan Uzman Abdurrahman Bozkurt‘a ve Bir gün Bir Değer ekibine teşekkür ediyorum.
*Bu yazı mavimikrofon dergisinin 2. sayısında yayınlanmıştır.